Haberler

Paylaş

Gıda Krizine Yönelik Basın Açıklaması

18 Nisan 2008
Pankobirlik Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Recep Konuk'un Gıda Krizine Yönelik Basın Açıklaması

Küresel ekonomik kriz endişeleri uluslararası kuruluşların (IMF, DB, BM) en yetkili ağızlarının artan gıda fiyatları konusunda yaptıkları açıklamalarla bir anda dikkatlerin gıda krizine çevrilmesine neden olmuştur. Bu açıklamalar abartılı olmakla birlikte; kısa sürede 37 ülkede protesto, isyan ve yağmalama gibi eylemlerin gerçekleşmesi, 20 ülkenin acil önlem olarak bazı gıda maddelerinin fiyatını dondurması, bazı ülkelerin ihracatı yasaklaması, Haiti’de yağmalama ve ölümlü olaylar neticesinde hükümetin istifası gibi gelişmeler düşünüldüğünde meselenin ciddiyeti açısından belki de gerekliydi.

Aslında piyasalarda tarımsal ürünlerdeki fiyat artışı son bir yılda tarımda  % 40, süt ürünlerinde % 82’dir. Ancak panik havasını doğuran, son üç haftada gerçekleşen ortalama % 20’lik, bazı ürünlerde % 100’leri aşan artıştır.

Gıda krizinin nedenleri konusunda ise farklı görüşler mevcuttur. Yetkililer;
Gıda fiyatlarındaki artışı küresel ısınma ve sera gazları salınımı ile bozulan karbon dengesi nedeniyle yaşanan kuraklık sonucunda tarımsal üretimdeki azalma,

Tarım alanlarındaki daralma,

Küresel ekonomik kriz beklentisi nedeniyle finanstan çekilen fonların spekülatif amaçlı olarak emtiaya yatırım yapması,

Dünyanın en fazla nüfusuna sahip 2 ülkesi olan Çin ve Hindistan’ın artan refah seviyesinin getirmiş olduğu beslenme alışkanlıklarındaki değişim,

Ve anormal miktarda yükselen petrol fiyatları nedeniyle gelişmiş ülkelerin petrole alternatif olarak tarım ürünlerini biyoyakıt hammaddesi olarak kullanması nedeniyle arzın daralması, olarak sıralamaktadırlar. Hatta bazı uluslararası kuruluşların temsilcileri ve ülkemizdeki bazı köşe yazarları biyoyakıtları insanlık suçu olarak değerlendirmektedir.

Ancak hiçbir yetkili gelişmiş ülkelerin genetiği değiştirilmiş ürünlerle ve ekonomik avantajlarını da kullanarak rekabet güçlerini arttırmaları ve bunun sonucunda da oluşan üretim fazlalarını gelişmekte olan ülkelere çok ucuz fiyatlarla vererek dünyadaki tarımsal üretim alanlarını daraltmalarının ve dünyanın üretim dengelerini bozmalarından da bugün gelinen noktada etkili olduğundan bahsetmemektedir.

Ülkemizde de gıda krizi son günlerde % 130 oranında artan pirinç fiyatları ve TMO satış noktaları önünde uzayan kuyruklarla küresel kriz endişelerini ve siyasi gündemi unutturacak ölçüde gündeme girmiştir.

Aslında gıda fiyatlarındaki artış birkaç haftalık bir mesele değildir. Bundan birkaç ay önce uluslararası buğday borsalarındaki artışa ve dalgalanmalara paralel olarak ithalatta başlayan sıkıntılar sonucu ekmek fiyatlarının artmasıyla ilk olarak gündeme gelmiştir.

Yine Mart ayı enflasyonunun beklenenden yüksek çıkmasının nedeni de yetkililerce yaşanan kuraklık yüzünden gıda ürünlerinin fiyatlarındaki artışla izah edilmişti. Kuraklık o kadar etkili olsa idi, yani üretimin azlığı piyasayı belirliyor olsa idi, üreticinin ürününü sezonda pahalı satması gerekirdi. Oysa tahıl fiyatları bir önceki yıla göre yaklaşık iki milyon ton azalmasına rağmen gelir artmamış, yani üretici fiyat artışlarından ekstra bir kazanç elde etmemiştir

Son olarak pirinç fiyatlarındaki artış ve küresel fiyat artışlarının etkisiyle ülkemiz de gıda krizi endişesini hissetmeye başlamıştır. Bu endişenin küresel endişeyle eş zamanlı olması da küresel dalgalanmalara ne kadar açık olduğumuzun göstergesidir. Yetkililer ülkemizdeki hububat ve pirinç fiyatlarındaki artışı, uluslararası kuruluşların yetkililerince açıklanan aynı gerekçelere dayandırmaktadırlar. Yani, kuraklık, spekülatörlerin para kazanma hırsı ve biyoyakıt üretimi. Oysa küresel gıda krizinin nedenleri, ülkemizin bazı gerçekleri ile örtüşmemektedir.  Örneğin pirinç fiyatlarındaki artışın biyoyakıtlara bağlanması son derece yanlıştır. Çünkü pirinç bir biyoyakıt hammaddesi değildir, Bununla birlikte ülkemizde gıda maddelerindeki fiyat artışı sadece dünyadaki gelişmelerle ve bunların gerekçeleri ile izah edilebilecek ve çözümü küresel çözüme bağlı bir mesele değildir. Bu mesele birkaç gün pirinç almamakla çözülebilecek kadar basit bir mesele de değildir.

Türkiye’deki mesele üretim meselesidir!
Türkiye son onbeş yılda nasıl net ihracatçı bir ülke konumundan net ithalatçı bir ülke haline gelmişse doğru yaklaşımlar ve doğru teşhislerle birkaç yıl içinde yine net ihracatçı ülke haline gelme imkanına sahip bir ülkedir. Çünkü toprak varlığımızda bir eksilme olmadığı gibi yeteri kadar tarım nüfusumuz da mevcuttur. Yine tarımsal donanım ve altyapımız da yerli yerinde durmaktadır. Tarımdan koparılan insanların tekrar tarıma dönmeleri kolay olmayacaktır. Ancak ülkemiz için vakit çok ta geç değildir. Burada doğru yaklaşımlar ve doğru tercihler ile varmak istediğimiz noktaya kararlılıkla yürüyecek bir iradeye ihtiyaç vardır.

1980’li yıllarda başlayan Türkiye ekonomisinin küresel ekonomiye entegrasyon süreci en çok tarım kesimini ve tarımsal üretimi etkilemiştir. Liberal ekonomi ilkelerinin etkisi, Gümrük Birliği, uluslararası ürün borsaları ile entegrasyon çabaları, mali krizler nedeniyle yapılan anlaşmalar sonucu IMF’nin ve Dünya Bankasının sübvansiyonu sınırlayan şartları tarımımızı olumsuz etkilemiştir..

Bunun yanı sıra DTÖ’nün ithal ürünler lehine gümrük tarifelerinin indirilmesine yönelik talepleri, 50 miyar € ile tarımı destekleyen AB’nin tarım nüfusunun süratle azaltılmasına yönelik istekleri, Ortak Tarım Politikalarına uyum beklentileri ve zorlamaları neticesinde ülkemizdeki tarımsal üretimin dünyaya göre pahalı üretildiği, tarım nüfusunun aşırı yoğun olduğu, ülkemizin bazı tarımsal üretim alanlarından çekilmesi gerektiği, makro ekonomik dengelerin düzelmesi için ekonomideki ve nüfustaki tarım ağırlığının değişmesi gerektiği fikrinin oluşmasına neden olmuştur.

Elbette ki Türkiye, tarım nüfusunun refah düzeyini arttırmak için kırsal nüfusu azaltmalı, toprak mülkiyetinin parçalanmasını engellemeli, sanayi ve hizmetler sektöründe istihdam oranını arttırmalı, temel ekonomik göstergelerini gelişmiş ülkeler düzeyine çıkarmalıdır. Ancak bunu yaparken asla ve asla üretimini azaltmamalı, üretim alanlarını daraltmamalı, tarım nüfusunu yaşadığı topraklardan geçinemediği için mecburi göçe zorlamamalıdır.

Tarımsal üretimini arttırırken, tarımdan sanayi veya hizmetler sektörüne nakledeceği nüfusu eğiterek, kalifiye eleman haline getirerek ve diğer alanlarda istihdam yaratacak yatırımları ve istihdam alanlarını açarak bu değişimi gerçekleştirmelidir. Aksi taktirde tarımdan kopan, mecburi olarak ve açlıkla karşı karşıya kalarak göç eden nüfus kaderine terk edilmekte ve sosyal problemlerle karşı karşıya kalmaktadır. Bu plansız göç sosyal sorunlara dönüşmekte ve daha yüksek ekonomik ve sosyal maliyetlere zemin hazırlamaktadır.

Son onbeş yirmi yıllık verilerde bugünkü endişelerin haklılığının ve gıda güvenliğimizin küresel dalgalanma ve krizlere ne kadar açık olduğunun göstergesidir. Tarım nüfusu 1980’lerde % 55’lerde iken bugün % 29’lara, tarım sektörünün GSYHİ içindeki payı 1980’lerda % 25’iken bugün % 11’e düşmüştür. 2007 yılında tarım sektörü 7,3 oranında küçülmüştür. 9. beş yıllık kalkınma planında tarım sektörünün istihdam payının % 18,9’a düşürülmesi hedeflenmiştir.

2001 yılında 19 milyon ton olan buğday üretimi 2007 yılında 17 milyon tona gerilemiştir. Son on yılda işlenen tarım alanı 26,8 milyon hektardan 25,8 milyon hektara düşmüş ve tarım yapılan alan 1 milyon hektar azalmıştır. Bu alanlar tarıma elverişli olmadığı için değil tarımsal üretimden üretici kazanamadığı için boş kalmıştır. Bunun neticesinde de 2007 yılına gelindiğinde, 1990’lı yılların ortalarında bile 6 milyar dolarlık ihracat yapan ve net tarım ihracatçısı olan ülkemiz 3,7 milyar dolarlık tarım ürünü ihraç ederken, 4,6 milyar dolarlık ithalat yaparak net ithalatçı haline gelmiştir.

Burada maliyetlerimizin dünya fiyatlarına göre yüksekliği ne topraklarımızın verimsizliğinden ne de çiftçimizin kabiliyetsizliğinden kaynaklanmaktadır. Gelişmiş ülkeler çiftçisine ve tarıma Türkiye’nin çok üzerinde destek vermektedirler. Gelişmiş ülkelerde, tarımsal girdilerde genel KDV oranının yaklaşık beşte biri kadar KDV  uygulanırken, ülkemizde maalesef lüks tüketim oranı uygulanmaktadır. Yine mazot girdisi gelişmiş ülkelerde Türk parasıyla 1 YTL’ye ulaşmazken, biz de çiftçi otomobille aynı fiyat tarifesinden yani 3 katı bedel ödeyerek üretmeye çalışmaktadır. Bizim üreticimiz gübre ve ilacı rekabet etmeye çalıştığı piyasalara göre 1,5-2 katı fiyata kullanırken elektriği konuttaki fiyata yakın fiyattan kullanmaktadır.

Buna rağmen maliyetler açısından da ürün fiyatları açısından da uluslararası piyasalarda oluşan fiyatlarla bizim fiyatlarımız arasında girdi maliyetlerindeki uçurumla orantılı bir fark yoktur. Bunun en önemli sebebi bizim tarım işletmelerimizin hemen hemen tamamına yakınının küçük aile işletmesi olması nedeniyle işgücü maliyetlerinin maliyet toplamında yer almamasıdır.

Kazanamayan çiftçi üretim yapmaktan vazgeçmekte, üretimi arttıracak yatırımları yapmamakta, yapamamaktadır. Hatta tarımla uğraşan şirketler yatırımlarını ve üretim alanlarını daha ucuza üretebilecekleri ülkelere kaydırmakta bu da Türk tarımının gelişimine sekte vurmaktadır.

Dalgalanan dünya piyasalarına baktığımızda toplumsal endişenin artmasının doğal olduğunu düşünüyoruz. Gıda güvenliği açısından bir daha bugün yaşadığımız endişe ve korkuları yaşamamamız için krizin nedenleri ulusal ölçekte iyi analiz edilmelidir.

1. Her ne kadar kuraklık ve taban sularının çekilmesi nedenleriyle tarımsal üretimde bir azalma söz konusu olduysa da sorunun bir diğer nedeni de ucuz ithalat gerekçesiyle üretimin desteklenmemesi, son yıla kadar ürün sübvansiyonu yerine toprak varlığını destekleyen DGD uygulaması, artan girdi maliyetlerine karşılık ürün fiyatlarının değişmemesi gibi nedenlerle üretimin cazibesini yitirmesi de tarımsal üretimimizin son yıllardaki azalmasının nedenleridir.

2. Spekülatörlerin kuraklığı da bahane ederek fiyatları arttırma istekleri nedeniyle piyasaya mal vermemeleri yüzünden fiyatların yükselmesi mümkünse de  tarımsal üretimdeki azalma ve ithalatla gıda ihtiyaçlarının karşılanması eğilimi bu spekülatif hareketlere maruz kalmamızın en önemli sebebidir. Gıda gibi yaşamsal ihtiyacın önemli kısmını uluslararası piyasalardan karşılayan bir ülkenin uluslararası dalgalanma ve krizlerin etkisine maruz kalması da zaten kaçınılmazdır.

3. Biyoyakıt üretiminin tarımsal ürün fiyatlarını arttırdığı iddiası en azından ülkemiz için gerçek değildir. “4x4 deposuna buğday mı yoksa gıda mı?” demagojisi sorunu magazinleştirmek ve gerçek çözümden uzaklaşmaktır. Şöyle ki, yaygın olarak kullanılan  biyoyakıtlar biyodizel (bitkisel, hayvansal ve atık  yağ bazlı) ve biyoetanol (şekerli ve nişastalı bitki bazlı) olmak üzere iki türdür. Ülkemizde tahıldan biyoetanol üretimi yapılmamaktadır. Yağ  esaslı biyodizel üretimi ise gıda tüketimini etkileyecek büyüklükte değildir. Zaten çoğunlukla atık yağ kullanılmaktadır. Biyoetanol ise büyük oranda şeker pancarından üretilmektedir. Pancardan üretilen biyoetanolün şeker üretimini etkilemesi de söz konusu değildir. Çünkü biyoetanol şeker sanayinin atığı olan melastan üretilebilmekte ve üretim sonucu kalan şilempe de yüksek nitelikli hayvan yemi olarak kullanılmaktadır. Yani biyoetanol üretimi bir sanayi ürünü olan şeker pancarının sıfır atıkla işlenmesine imkan tanımaktadır. Ülkemizdeki şeker pancarı üretimi 2006 yılında 14,4 milyon ton iken 2007’de kotaların etkisiyle 12,4 milyon tona gerilemesine rağmen ülkemizin şeker stoklarında bir azalma söz konusu olmamıştır. Pancardan üretilen biyoetanolün şeker üretimini etkilemesi de söz konusu değildir. Bir diğer husus ise ürün değerli olmadığı için ekilmeyen topraklar dururken ve daha fazla üretme imkanına rağmen üretim desteklenmediği için toplam tarımsal üretim azalırken dikkatlerin başka yöne çekilmesi doğru bir yaklaşım değildir. Yağ esaslı biyoyakıtların tarım alanları sınırlı olan ülkelerde üretilmesi elbette gıda güvenliği açısından bir sorundur. Ancak, şeker kamışı ve şekerden üretilen biyoetanolün (Brezilya, ABD ve AB’de yüksek oranda üretimi ve kullanımı olmasına rağmen) dünya şeker stoklarına bir etkisi olmamış, dünya şeker stoklarında bir azalma meydana gelmemiştir.

Bugün yaşadığımız endişeleri magazinleştirmeden, sorumluluğu ve suçu tarım sektörüne yüklemeden, bir suçlu icat etmeden veya aramadan, gelecekte de ülkemizin açlık korkusu, gıda güvenliği endişelerini bir daha yaşamasını şimdiden önlemek için bu krizi bir fırsata dönüştürecek şekilde sorunu kalıcı olarak çözecek ve ülkemizin ve bu topraklarda ilelebet yaşayacak, çocuklarımızın geleceğini de kurtaracak çözümleri üretmemiz gerekmektedir. Üretimi esas alan yaklaşımlarla tarımsal üretimimizi arttırarak geleceğimizi garanti altına alabilir gıda güvenliğimizi sağlayabiliriz. Uzun süre dünyayı etkileme ihtimali de olan bu kriz ancak ülkemizin yeniden üretimi tercih etmesiyle avantaja çevrilebilir.

Bu çerçevede;
1- Çiftçimizin tekrar üretime yönelmesi için öncelikle üretimi cazip hale getirecek destekleme politikaları yeniden gözden geçirilmelidir. Üretimin cazibesini ortadan kaldıran en önemli maliyet kalemleri olan mazot, gübre, ilaç, tohum, elektrik ve sulama bedelleri dünya ile aynı düzeye çekilerek Türk tarımının rekabet gücü arttırılmalıdır.

2- Tarımsal desteklemede verimi arttırmaya yönelik ürün sübvansiyonu esas alınmalı, arazi yerine üretim desteklenmelidir.

3- Tohum ve toprak ıslahı çalışmaları süratle yapılarak birim alandan daha yüksek verim alınması sağlanmalıdır.

4- Tarım alanlarının miras yoluyla bölünmesi ve optimum tarım işletmesi büyüklüğünün yakalanamaması ülkemiz tarımının en önemli meselelerinden biridir. Verimliliği arttıracak büyüklüğün yakalanması için arazi bölünmelerini önleyecek teşvik tedbirleri geliştirilmelidir.

5- Topraklarımızın kalitesini koruyacak şekilde sulama eğitiminin çiftçiye verilmesinin yanı sıra, suyun hem daha tasarruflu hem de vahşi sulamanın zararlarını ortadan kaldıracak yeni sulama teknikleri konusunda desteklenmesi ve teşvik edilmesi önemlidir. Örneğin damlama sulama sistemleri suyu medenileştirmekte hem sulamada tasarruf sağlamakta hem de su ve toprak varlığımızı korumaktadır. Küresel ısınma ve kuraklık nedeniyle suyun kıymetli olduğu dünyamızda, örneğin Libya yerin 2000 metre altındaki suyu çekerek su biriktirmek için milyarlarca dolar harcarken, biz çok düşük maliyetle gerçekleştirebileceğimiz yatırımları bile gerçekleştiremiyoruz. Örneğin, bizim tarım ürünleri ihtiyacımızı karşılayabilecek büyüklük ve nitelikteki Konya Ovasını sulayabilecek ve hiçbir enerji harcaması yapmadan, ovadan daha yüksek rakımda olduğu için cazibe ile çekilebilecek Göksu’daki suyu tarım alanına indiremememiz bile ülke tarımının potansiyelini kullanamadığımızın göstergesidir.

6- Tarımsal sanayi tarımsal üretimin sürekliliği için olduğu kadar, tarımın ülke ekonomisine ilave katma değer yaratması açısından da önemlidir. Bu nedenle yüksek nitelikli tarımsal sanayinin bölgesel üretim avantajları da düşünülerek ülke genelinde yaygınlaşması teşvik edilmelidir.

7- Tarımda planlı üretime yönelik sözleşmeli tarım desteklenmelidir. Bu hem tarımsal sanayinin üretim güvenliği açısından hem de çiftçinin arz güvenliği açısından önemlidir.

Belli ürünlerin üretiminden, kazanamadığı için vazgeçen çiftçimizin tekrar tarımsal üretime yönelmesi ve ülkemiz tarım üretiminin arttırılarak dış kaynaklı kriz ve dalgalanmalardan, küresel etkilerden ülkemizin korunması için kısa ve uzun dönemde gıda ve tarımsal arz güvenliğimizi sağlayacak tedbirlerin alınması kaçınılmazdır. Aksi taktirde buğday, pirinç, bakliyat, sıvı yağ ve son olarak et fiyatlarında başlayan fiyat artışları diğer ürünlerin fiyatını da tetikleyecektir.

Bu sene açıklanacak tedbirler, elbette ki bu senenin üretimini ekim dönemi geçtiği için etkilemeyecektir ancak hiç değilse birkaç yıldır ekilmeyen ve çoraklaşmaya terk edilen veya yatırım ve bakımı yapılmayan toprakların gelecekte tarımsal üretimin cazip hale geleceği ümidiyle çiftçi tarafından sonraki üretim sezonlarına hazırlanmasının önünü açacaktır.

Kısaca sorunun çözümü tüketmemekten geçmiyor. Sorunun çözümü daha çok üretmekten ve daha çok üretmenin yollarını bulmaktan geçiyor.